İlkokul yıllarımızı, hayata adım attığımız, evden başka dünyalar olduğunu anlamaya başladığımız o yılları bir düşünelim. Evde tek oyun arkadaşımız annemiz ve varsa kardeşimizken birden korumasızca yeni bir dünyada bulduk kendimizi. Annemizin bizi koruyan ellerini hep üzerimizde hissetmek istedik. Okula bize bırakıp da gidince kimilerimiz çok korktu, kimilerimiz o kadar önemsemedi.
Öyle ya da böyle ilkokul sıralarında ilk arkadaşlıklarımızı kurduk. Sıra arkadaşımızı koşulsuz şartsız kabul ettik. O en iyi dostumuz oldu. Hasta olup da gelemediği günlerde üzüldük. Bir oyun oynadık, bizi güldürenlerle de dost olduk. Hepimiz çocuktuk, hepimiz aynıydık. Ne farklı görüşlerimiz vardı ne de dinsel ayrıcalıklar. En iyi arkadaşlarımızın farklı mezheplerden olduğunu bile yıllar sonra öğrendik. Bunların önemi yoktu.
Lise yıllarında da çocuksu bir saflığımız vardı. Aynı şarkıyı dinlediğimiz, aynı kitapları okuduğumuz kişi en iyi dostumuz olabiliyordu. Bu kadar çabuk dost olabiliyorduk. Beraber hayaller kurup hiç ayrılmayacakmışız gibi yaşıyorduk hayatı. Hiçbir şeyden korkmuyor, adrenalinin dibine vurmak istiyorduk. 5 dakika içinde karar verip 10 dakika içinde gerçekleştirebiliyorduk.
Üniversite yıllarını yaşadığımız günlerde geçmezmiş gibi görünen final dönemlerinin üzerinden şimdi yıllar geçti. O yıllardan şimdi geriye bir avuç kişi kalabilmişti.
30’lu yaşlara geldik, birden ne değişti? Neden aynadaki yüz aynı değil? Gözümüz kapalı çıktığımız yollara artık günlerce düşünmeden atım atamaz olduk. Her yeni yüzden korkar olduk. Eskisi gibi kolay arkadaş edinemez olduk. En ufak olayı ayrıntılarıyla anlattığımız o günlerden sonra büyük olayları bile iki cümleyle geçiştirir olduk. Sanki hiçbir şey eskisi kadar önemli değilmiş gibi. Aile kurduk, çocuk sahibi olduk ama kalabalıklar içinde yalnız kaldık. Ne oldu bize? 35’e yaklaşırken yolun yarısını geride bırakmanın verdiği hüznü taşır olduk. Sırtımız kambur gözlerimiz nemli, gelecek günleri bekler olduk.